Perslerin Batı bahçesi: Bandırma

Milattan önce 334 yılı bahar aylarında Marmara’nın güney kıyıları tarihin seyrini değiştirecek önemli bir savaşa sahne oluyordu. Batı’dan hızla yol alan Makedon orduları boğazı geçerek ansızın Pers ülkesinin topraklarına girmişti. Granikos nehri kıyısında yaşanan kanlı çarpışmanın galibi ise yüce Pers devleti olmayacaktı bu kez. 22 yaşında bir gencin komuta ettiği Makedon ordusuna yazılacaktı galibiyet. Topraklarında yapılan savaşı kaybeden Daskyleion Satrabı Arsites ise bu feci mağlubiyet üzerine intiharı seçecekti. Makedon orduları durmadan ilerleyecek ve bu süratin nihayetinde Anadolu’da iki asır süren Pers hakimiyeti son bulacaktı.

Karya’nın efsanelere bulanmış doğasını geride bırakarak rotamı oldukça kuzeye çeviriyorum. İyon şehirlerini ve Lidya tarlalarını aşarak Propontis’e yaklaşana kadar devam ediyorum yolculuğuma. Propontis kıyılarına ulaşmadan önce bir göl kıyısına varıyorum. Gölün kıyısındaki az yüksekçe tepede ise bir şehir uzanıyor; Pers ülkesinin batı satraplığının idari merkezi Dasykleion. Bugünkü tarifle, Bandırma’nın biraz güneyinde Manyas Gölü kıyısında bir antik şehir burası. Kazıları halen devam etmekte olan bu yerleşim, Anadolu’da Pers hakimiyeti izleri açısından hayli zengin ve önemli bir alan olarak görülmekte. Bu vesileyle gelin Daskyleion’a kulak verelim ve onun hikayesiyle birlikte Anadolu’da Pers dönemine doğru bir seyahate çıkalım.

Eski bir Frig yerleşimi olan Daskyleion, yazarlara göre daha önceleri Aphneion olarak anılıyordu. Kıyısında bulunduğu gölün ismi de kendisinden mülhem Aphnitis Limne olarak biliniyordu. Frig halkının yayıldığı alanlardan biri olduğu için bu coğrafyaya da uzunca süre Hellespont Frigyası deniliyordu. Rivayete göre vaktiyle Lidya ülkesinin soylularından olan Daskylos, Lidya’nın kuzey topraklarında yer alan bu göl kasabasına sürgün edilir. Burada, Lidya’nın büyük kralı olacak olan oğlu Gyges dünyaya gelir. Daskylos tekrar Lidya’nın başkenti Sardis’e çağrıldığında ise bu kasabayı bırakmak istemez ve yerine oğlu Gyges’i gönderir. Gyges’in kral olmasından sonra kasabanın adı da babasına ithafen Daskyleion olarak anılmaya başlar.

KEYHÜSREV’İN AYAK SESLERİ

Gyges’in krallığının üzerinden çok geçmeden Pers ordusunun ayak sesleri duyulmaya başlamıştı Anadolu bozkırlarında. Keyhüsrev, koca Med ülkesinin hanedanını devirerek, Perslerin hükmettiği bir devlet kurmuştu. Ve vakit kaybetmeden gözünü Batı’ya, komşu Lidya ülkesine dikmişti. Kısa sürede Karun’un hükmü altındaki Lidya’nın başkentini, Sardis’i ele geçirmiş (MÖ 546), sonra iç karışıklıkla boğuşan Karya’yı kendisine bağlı hale getirmişti. Bu atmosferi fark eden bazı Hellespont Frigyası şehirleri de Pers hakimiyetini kabul etmeye başlamıştı ardından. Kısa sürede Batı Anadolu tamamen Pers ülkesinin toprakları olmuştu. Persler çok geçmeden yeni alınan bu coğrafyayı satraplıklara bölmüş, Hellespont halkını ‘deniz insanları’ olarak andıkları için başkentliğini Daskyleion’un yaptığı bu satraplığa Tayaiy Drayahya demişti.

Bu satraplıklar arasında Daskyleion bölgesinin politik konumu Persler açısından önemliydi. Atina ve Sparta yönetimleriyle içli-dışlı olmanın yanı sıra Trak, Makedon ve İskit halklarıyla da sınırı vardı bölgenin. Bu politik konum ise bölgenin gelişmesini ve kuvvetlendirilmesini şart kılmıştı. Sinop’tan Bergama’ya uzanan satraplığın merkezi olan Daskyleion bu nedenle hızla gelişme sürecine girmiş ve kısa sürede Batı Anadolu’nun siyasi üssü konumunu almıştı. Tabii bu gelişim sürecinde Pers satraplarının ‘imitatio regis’ olma zorunluluğu yani büyük kralın temsilcisi unvanı da etkili olmuştu. Diğer bir deyişle satrapların her biri kraldı ve krallar kralına bağlıydılar. Sarayları, bahçeleri büyük kralın yaşadığı yerlere benzemeliydi. Bu kuraldan ötürü satraplık merkezlerine resmi yapıların yanı sıra şehrin yakınlarında büyük parklar da yaptırılırdı. Pairidaeza olarak bilinen bu alanlar aslında Pers devletinin milli parkları sayılırdı. Daskyleion yakınlarında da eski çağda ünü tüm dünyaya yayılmış olan muhteşem bir park vardı. Perslerin batı bahçesi olarak anabileceğimiz, eski çağ yazarlarının övgüyle bahsettiği Daskyleion Pairidaeza’sı bugün Türkiye’nin ilk milli parklarından biri olarak da bilinen Bandırma Kuş Cenneti’yle aynı konumda yer alıyordu.

ZERDÜŞTLÜK BANDIRMA’DA

Daskyleion’un Batı Anadolu coğrafyasında ayrı bir önemi daha mevcut. Zerdüştlük dininin izlerini taşıyan kalıntıların merkezi konumunda burası. Öyle ki bazı kaynaklara göre, keşfedilen en eski Zerdüşt tapınaklarından birinin burada olduğu dahi söyleniyor. Zerdüşt rahipleri Magilerin tasvir edildiği kabartma bloklar bu fikri destekleyen kalıntılardan.

Lokal payitahta dönüşen Daskyleion’un kıymeti, Atina ve Sparta arasındaki çekişmenin ve İyon kentlerindeki isyanların artmasıyla kendisini iyice belli etmeye başlamıştı. Satrap Pharnabazos II zamanında Batı Anadolu kıyılarındaki bu karmaşa Perslerin başını hayli ağrıtıyordu artık. Fakat, Pers Kralı’yla Pharnabazos II’nin ilişkileri kuvvetliydi ve kral, kızını onunla evlendirecek kadar güveniyordu satrabına. Bunun da etkisiyle olacak ki Trakya’dan Karya’ya birçok cephede Yunanlılara karşı girişilen savaşlarda Pharnabazos başı çekiyordu.

Tabii bu savaşlarda desteklenen taraflar şartlara göre değişebiliyordu. Atina ile Sparta arasında hegemonya savaşına dönüşen Peleponez Savaşları’na (MÖ 431-404) Persler önceleri ilgisiz gibiydiler fakat savaşın seyrine binaen zamanla Atina’nın egemenliğine karşı koyabilecek şekilde Sparta’yı desteklemeye karar vermişlerdi. Atina-Sparta çekişmesinden etkilenen kentlerden biri de yakınlardaki büyük Kyzikos şehri oluyordu. Pharnabazos II bu süreçte Kyzikos’a Sparta’yla ilişkiler kurma konusunda destek çıkmış, savaş durumunda ise Spartalılarla birlikte Atina’ya karşı bu şehri savunmuştu.

SPARTALILAR KUŞ CENNETİ’Nİ YAKIYOR

Peleponez Savaşları bitmiş fakat Yunan şehirlerinin çekişmeleri ve isyanları sona ermemişti. Pharnabazos II bu kez Sparta’ya karşı Atinalılarla aynı safta bulmuştu kendini. Batı Anadolu kıyılarındaki şehirlerde ayaklanmalar başlayınca Sparta Kralı Agesilaos, komutasındaki orduyla birlikte bu kentlere destek çıkarak Anadolu’ya akınlar düzenlemekteydi. Atina ve müttefikleri de bu isyanda taraf olunca savaş çok geçmeden tekrar geniş cepheye yayılmıştı. Öyle ki Agesilaos’un orduları Daskyleion önlerine kadar gelmiş, parkı yakıp yıkmış, bölgeyi yağmalamıştı. Atinalı tarihçi Ksenofon’a göre bu yıl (MÖ 395) Daskyleion için yıkım yılı olmuştu. Ksenofon, Pharnabazos’un Daskyleion ve Pairidaeza’da yaşananları şu sözlerle anlattığını aktarır: “…şimdi görüyorum ki, babamdan bana miras kalan saraylarla birlikte, mutluluğu tattığım ağaçlarla ve hayvanlarla dolu olan park tahrip oldu ve yandı.”

Atina’nın da savaşta bir güç oluşturmasıyla Sparta’nın muharebe alanı aleyhine genişlemişti. Pers topraklarında ilerlemesine rağmen Yunanistan anakarasındaki konumunu korumak için Sparta, Perslerle anlaşma yoluna gitmek zorunda kalmıştı. Bu şartlarda varılan anlaşma Sparta’nın Batı Anadolu’da elde ettiği kazanımlarından vazgeçmesiyle sonuçlanmıştı (MÖ 387). Tarihin seyri Perslerden yanaydı bu kez. Batı Anadolu’da tekrar Perslerin hükmü tanınmıştı. Fakat uzun sürmeyecekti. Bu tarih, Anadolu kentlerinde Pers karşıtlığının giderek arttığı bir dönemin de başlangıcıydı. Tarihçilerin tabiriyle, Pers İmparatorluğu’nun çöküşü başlıyordu.

Sparta ile yapılan anlaşmadan 31 yıl sonra Pella şehrinde Makedon Kralı’ndan olma İskender dünyaya gelmişti. Genç İskender, asırların Pers-Yunan çekişmesini nihai sonlandıracak akınlarına hızlı ve fevri bir biçimde atılmıştı. Makedonya’dan yola çıkan İskender çok geçmeden Dardanel Boğazı’nı geçerek Daskyleion topraklarına varmıştı. Granikos nehri yakınlarında Pers kuvvetleriyle gireceği muharebeden zaferle çıkacaktı. Bu galibiyet Perslerin sadece Anadolu’daki hakimiyetini değil, Hindistan’a kadar uzanan koca imparatorluğun da sonunu getirecekti.

Yazı ilk olarak Gazete Duvar‘da yayınlanmıştır.

Bahsedilen yerlerin bugünkü isimleri:

Daskyleion: Bandırma, Ergili köyü /// Kyzikos: Erdek, Belkıs köyü /// Granikos nehri: Biga çayı /// Sardis: Salihli, Sart beldesi /// Hellespont Frigya: Güney Marmara /// Propontis: Marmara denizi /// Dardanel: Çanakkale boğazı /// Pella: Selanik yakınlarında antik şehir

Kaynaklar: 
Tomris Bakır, Daskyleion-Hellespontine Frigya Bölgesi Satraplığı
Eray Karaketir, Büyük Kyros’un Lidya Seferi ve Sonuçları
Gökhan Coşkun, Pharnabazos II Hakkında Yeni bir Yorum
Hülya Bulut, Daskyleion’da Akhaemenid Satraplığı Sonu ve Helenistik Dönem

Kars Şöleni

‘Bir kentte hayran kaldığın şey onun yedi ya da yetmiş yedi harikası değil, senin ona sorduğun soruya verdiği yanıttır.’ der Italo Calvino, Görünmez Kentler’inde. Eğer şehri tüketmek için değil, hissetmek için dolaşıyorsa gezgin, o yanıtı duyacaktır muhakkak. Kars böyle bir şehirdir benim için. Şölen gibi rengarenk bir şehir olmasına rağmen kendisini kenara çekip sessizliğe bürünmüş bir roman karakteri gibi varoluşçu-yabancı görünmüştür hep bana.

Bundan bir süre önce, yağmur damlalarının şiddetle eski camlara vurduğu bir salonda, Orhan Pamuk’un Kar romanından bahsediyorduk. Kars’ta geçiyordu öykü. Ve o romanla Kars, haritanın sonundaki şehir olmaktan yahut hava durumlarındaki soğuk kent olmaktan çıkıp, yaşayan bir karaktere bürünüyordu. Merak uyandırıyordu. Bir yandan Tigran Hamasyan’ın Kars parçası çalıyordu kafamda. Aylar sonra, Doğu yolculuğumun duraklarından biri olacaktı bu şehir, henüz bilmiyordum.

Doğu yolculuğumun ilk durağı önceki yazımda anlattığım Ahlat’tı. Yolculuğun bir başka istasyonuna, Kars’a varıyor bu kez yolum. Van coğrafyasını, Ararat’ı geride bırakıp, sınıra teğet kıvrılan yollardan geçerek, sarı sessizliğin ötesindeki Kars’a ulaşıyorum. Pusu, kasaveti çağrıştıran bir yanı var şehrin. Acıları bir kenara atmayıp biriktirmiş sanki. Anlatmak istese de bunları bir gün, susmayı yeğliyor şimdilik. Sınır şehirlerinin aksine canlı ve hareketli değil, nispeten yalnız ve sessiz burası. Yoldaşı koca bozkır sadece. Ötesi dünyanın sonuymuş gibi sakince beklemekte. Beklerken yitip gitmekte usulca, Anadolu’nun Malakanları gibi.

hdr

Yine de anlattığı kadarını dinlemeli Kars’ın. Arka sokaktan sesleri gelen Azeri düğününe kulak kesilmeli, yan sokaktaki Kürt düğününe uzaktan misafir olmalı mesela… Sokaklarında yitip giden halkların seslerini duymalı. Onlardan geriye kalan Kars’ı tanımalı. Bu yüzden Anadolu’nun diğer şehirlerinden farklı bir yönü, kendine has bir dokusu var bu şehrin. Bir kareye bin yıllık serüveni, milletleri, dinleri sığdırabiliyor gezgin. Sokaklarında dolaşırken Türk, Rus, Ermeni ve Gürcü dönemlerine ait sivil, dini, askeri çok sayıda yapıya rast geliniyor. Görsel manada keyifli bir coğrafyayla karşı karşıyayız aslında. Birbirinden kıymetli anlara ve anılara sürükleyen bu manzarayı en güzel ‘Kars Şöleni’ diyerek anlatabilirim sanırım. Lakin, Calvino’dan ilhamla, görünmez bir kent Kars. Gizemli. Pek bilinmez. Ancak yolu buraya düşenlere anlatır öyküsünü ve sahneler o görünmez şölenini.

Anadolu’da Baltık esintisi

Rusya dönemi şehrin kimliğinde mimari manada yepyeni bir sayfa açmıştı. 93 Harbi’nde şehrin yönetimini alan Çarlık Rusyası, burayı hiç kaybetmeyeceğini düşünerek yeniden imara girişmişti. Selçuklular zamanına tarihlenen kalenin yamacında kurulu eski kısmı yok etmeyip, dönemine göre modern ve düzenli caddelerle şehri yeniden çizmiş ve düzlüğe doğru büyütmüştü. Baltık mimarisinden esinlenen yepyeni büyük yapılarla Kars’ı Kafkasya’nın önemli kentlerinden biri haline getirmişti. Dönemin Rus istatistiklerine göre büyük bölümünü Hristiyan ahalinin oluşturduğu 25 bin nüfusuyla Kafkasya’nın cazip noktalarından biri haline gelmişti. Öyle ki Çarlık topraklarında yaşayan Polonyalı, Ukraynalı, İskandinav halklarından yerleşenler olmuştu şehre. Kars, konumuyla Rusya’nın Anadolu’ya ve Ortadoğu’ya açılan kapısı olmuştu ne de olsa…

Tüm bu serüvenin yorgunluğuyla Baltık esintili bir kafeye düşürüyorum yolumu, canlı müzik eşliğinde çayımı içerek asırların hikayesini gözden geçiriyorum.

kars2

Dönüşen mâbetler

Şehirleri kıymetli kılan, onlara karakter veren mâbetleridir diye düşünüyorum. Ayasofya’sız İstanbul, Artemis’siz Efes olmaz. Bu mâbetler hem keyfi hem acıyı gösterir, geçmişi anlatır çünkü. Değişimi simgeler bu yapılar ne de olsa. Ruslar şehri yeniden kurarken Aleksandr Nevski Katedrali olarak adlandırdıkları Rus tipi soğan kubbeli bir mâbet de inşa etmişler şehre. Yeni Kars’ın belki de en önemli sembolü olmuştu o vakit. Sonrasında, soğan kubbesi ve çan kulesi kaldırılıp minareler eklenmiş yapıya ve Fethiye Cami olarak bilinir olmuş bugün.

Değişen şeylerin habercisi yalnız bu mâbet değil elbette. Kalenin yamacında 12 Havari Kilisesi var, bugünkü ismiyle Kümbet Cami; 10. yüzyılda bu topraklarda hüküm süren Ermeni devleti zamanında yapılmış. Üzerinde on iki havariyi temsil eden kıymetli figürler bugün halen görülebiliyor. Ziyaret edenler hakkını teslim edecektir, 12 Havari Kilisesi sadece Kars’ın değil, Anadolu’nun özgün mâbetlerinden biri.

12 Havari Kilisesi’nden yukarıya, kaleye çıkıyorum. Şehri izliyorum akşam vakti oradan, Murat Saraçoğlu’nun Deli Deli Olma filminde Tarık Akan’ın canlandırdığı Kars’ın son Malakanlarından Mişka geliyor aklıma. Piyano çalarken küçük kıza şu maniyi söylüyordu: Bense ayrık otuyam, her çıktığı yerden sökülen, sarmaşık olmak isteyip de, basit bir ot bilinen. Kars bu maniyi fısıldıyor gibiydi. Yazının başlarında kendisini bir kenara çekip sessizliğe bürünmüş bir roman karakteri gibi diye bahsetmiştim Kars’tan. Belki de buna mecbur bırakılmış bir şehirdir, ayrık otu gibi.

Bu yazı ilk Gazete Duvar’da yayınlanmıştır.

Bir yer seç ve oraya gidelim

El Greco’ya Mektuplar’da kavgalar, sevinçler, seyahatlerle dolu bir mücadeleye, hiçbir zaman ortadan kalkmayan sis perdesinin içerisinde bir arayışa tanık oluyoruz. Nikos Kazancakis’in, iç dünyasını açtığı bir otobiyografi diyebiliriz bu esere. Giritli yazar hayatını şekillendiren mücadelesini, kâğıda döktüğü şu kelimelerle özetliyor eserin sonlarına doğru: Ben kurtuluşun var olmadığına inanıyorum ve buna inanarak kurtuldum.

Nikos Kazancakis, birçoğumuzun aşina olduğu üzere Zorba romanıyla tanınıyor daha çok. Mihalis Kakoyannis tarafından beyazperdeye aktarıldıktan sonra geniş kitlelere ulaşan Zorba’nın, modern insana tuhaf ve cazip görünen düşünsel altyapısı bu eseri nispeten görünür kıldı. Zorba felsefesinin hakkını teslim etmekle birlikte Kazancakis’in tek eserinin Zorba olmadığını hatırlatmalı. Yazarın eserlerinden biri de, roman üslubunda otobiyografisini anlattığı El Greco’ya Mektuplar. Otobiyografi diyorum lakin somut meselelerden ziyade anılar silsilesi olarak kaleme aldığı ruhsal hesaplaşmalarını ve mücadelesini, iç dünyasını anlatan bir eser. Ve okuma süresince Kazancakis’in kendi deyimiyle istasyonlarına uğruyoruz: İsa, Buda, Lenin gibi kişilere, Assisi, Aynoros, Sina gibi beldelere. Kazancakis’in düşünceyle yoğrulmuş ıstırapla dolu bu yolculuğunu okudukça, antik zamanların kıymetli toprağı Yunanistan’da, modern zamanlarda yetişmiş en değerli düşünce adamlarından biri olduğunu bir kez daha anlıyoruz, bu kez tanık olarak. Yeri gelmişken not düşmeli, mücadelesinde kendisinin de bir parçası olduğu kadim Yunanistan toprağının değerini defalarca dile getiriyor yazar: Yunanistan’daki yolculuğum sık sık acılı oluyordu; çünkü o toprak bana daha yakın, daha benimdi; acısını iyi biliyor, onunla beraber acı çekiyordum.

Kaderim ulaşmak değil, kavga etmek
Nikos Kazancakis mücadelesini seyahatlerle veren bir yazar. Doğduğu şehir Kandiye’yi çok seviyor olsa da belli bir süreden sonra aynı yerde olmaktan daraldığını, şehrin kendisini zorladığını anlatır. Seyahat hakkında ‘Kentten kente koşuyordum; resimler, heykeller, kiliseler, saraylar; ne doymazlık, ne özlemdi o! Hiçbir kadın, hiçbir düşünce, öteki hayatta Tanrı’yla hiçbir temas, bu derece bedensel bir huzuru bana vermemiştir’ der pasajlarından birinde huzuru bir kenara bırakıp, bu seyahatlerinde beraberinde taşıdığı huzursuzluğuna perde araladığımızdaysa ki El Greco’ya Mektuplar’da huzursuz bir seyahatteyiz çoğunlukla, Tanrı’yla mücadelesini görüyoruz Kazancakis’in. Kaderinin ulaşmak değil, kavga etmek olduğuna inanıyor olsa da, Sina’da bir manastırda pedere bu mücadelenin bir hastalık olup olmadığını sormaktan alıkoyamaz kendisini. Pederin bu ağır ve net soruya cevabı ise mücadeleci ruhlara şevk niteliğinde olur: Bir rüya görmüştüm. 12 yaşındaki İsa, Tanrı’yla kavga ediyordu. Annesi Meryem yanıma getirdi çare bulmam için. Bir ay onunla ilgilendikten sonra İsa bütünüyle iyileşmiş oldu. Artık Tanrı’yla kavga etmiyordu. Bütün insanlar gibi insan olmuş, daha sonra iyi bir marangoz olmuş. Anladın mı? İsa iyileşmiş, dünyayı kurtarmamış, Nasıra’nın en iyi marangozu olmuş!

Çağdaş insanlarla ilişki hayatıma bir etki yapmadı
El Greco’ya Mektupları okurken birçok okurun gözünden kaçmayacak başka bir yönünü görüyoruz. Kazancakis’in; geçmişte yaşamış insanlarla kurduğu bağ. Çocukluğunda aziz hikâyeleriyle büyüdüğünden bahseder, onları çok anlamasa da ruhunun derinliklerine yerleştiğini söyler o hikâyelerin. Ve büyüdükçe, olgunlaştıkça İsa olur merkezindeki kişi, Buda olur, Nietzsche ya da Lenin olur bazı dönemler. Kazancakis de eserinin sonlarında geçmiş kişilerle bağ kurma arayışını açık ediyor şu cümleyle: Çağdaş insanlarla ilişki bana, hayatıma bir etki yapmadı. Kendilerini anlamadığım, küçümsediğim ve belki de sevilmeye değer birçok insanı tanımadığım için, fazla kimseyi sevemedim. Lakin bir istisna vardı elbette; hepimizin yakından tanıdığı madenci Aleksis Zorba.

Giritli yazar aslında çağdaşlarıyla arasındaki mesafeyi kitabına verdiği isimle haykırıyor en başta; El Greco’ya Mektuplar. ‘Dede’ olarak hitap ediyor ressam El Greco’ya. Aralarında asırlar olsa da aynı topraktan, aynı denizdendi ikisi de. El Greco da yollara düşmüştü, İspanya topraklarında yoğrulmuştu hayatı. Kastilya bozkırlarından göğe doğru fırlayan Toledo tablosuydu El Greco’nun mücadelesi. Kazancakis’in öz dedesi ise ilk anda basit ve sıradan görünse de huzuru sabitlikte bulmuş birisiydi ve vefatı öncesinde de şöyle ifade ediyordu o iç ferahlığını: Avluyu evlat ve torunlarla, küplerimi yağ ve balla, fıçılarımı şarapla doldurdum, şikâyetim yok.

 Mücadelemizin istasyonları
El Greco’ya Mektuplar’ı okurken mitolojiden dinlere, Akdeniz’den Rusya’ya kadar çok geniş bir alanda dolaşıyoruz. Ama bu geniş alanı ruhumuza sığdırıp, arayışa dalıyoruz, mücadeleye dahil oluyoruz Kazancakis ile birlikte. Bazılarımız kısmen katılacaktır o mücadeleye, bazılarımız da külliyen belki ve nihayetinde kendi istasyonlarımızı göreceğiz hepimiz. Lakin Giritli yazar, mücadelesinde rastgele ama kadere bağlı seçimleri yok saymıyor. Çocukluk yıllarında şehir değiştirmeleri gereken bir döneme ait anısıyla anlatıyor bunu da okura: Babam Kaptan Mihalis duvarda asılı Yunanistan haritasını gösterdi ve seç bir yer, oraya yerleşelim dedi. Haritaya, adalara baktım tek tek. Mavi denizin içinde yemyeşildiler; parmağımı Santorini’den Milos’a, Sifnos’a, Mikonos’a, Paros’a dolaştırdım, Naksos’ta durdum. Naksos dedim. Biçimi ve adı hoşuma gidiyordu. ‘Peki’ diye karşılık verdi babam, ‘Naksos’a gidiyoruz.’
Bu yazı ilk olarak Birgün‘de yayınlanmştır.

Dersim

“Neden, neden bunca yol, bunca düşman hisar?” der Pablo Neruda, Yol Rehberi şiirinde. Neruda’nın metaforlaştırdığı bu yolculuk ıstırabı Albert Camus tarafından ise açıkça dökülür kelimelere: İnsan kendi kendisiyle karşı karşıyadır artık. Hadi mutlu olsun da görelim! Yolculuk zor ve meşakkatlidir çoğu zaman. Sorular yüklenir çok defa, yükü artırılır yolun. Cevaplar bulunmasa da bir kaçış olur nihayetinde, bir nefes olur hayata. Yeni şehirler, mabetler, yeni dağlar, dereler, yeni yüzler iyi gelir insana.

Doğu seyahatimin bir başka durağına varıyorum bu kez; Dersim’e. Arkadaşımla birlikte Aşkale’de aracına bindiğimiz kişiyle yolumuzu ayırıp veda ediyoruz ona Pülümür kavşağında. Mutu deresinin kenarında, Tunceli il sınırı tabelasının tam önünde durup karşıya bakıyorum. Sırlı, başka bir coğrafya beliriyor gözümde. Dik tepeler vadilerini gölgelemiş, sık ağaçlarla yer yer ormana dönüşmüş sert ve sakin bir doğa. Derenin diğer yakasında birkaç evden oluşan bir yerleşim var, köprüyü geçip orada kısa bir mola veriyorum. Sonrasındaysa bizi Dersim’e götürecek aracı beklemeye koyuluyoruz. Yeri gelmişken not etmeli, burada otostopa pek imkan olmuyor. Pülümür üzerinden Dersim şehrine gitmek için belli saatlerde geçen otobüs/dolmuş makul bir seçenek halini alıyor. Hava kararmadan bir otobüse denk geliyoruz ve Mutu’dan ayrılıp, virajlı yolda zirvelere doğru yükselmeye başlıyoruz usul usul. Pülümür’den sonraysa dar vadi boyunca ilerleyen sakin yoldan devam ediyoruz. İki yanımız yüksek, sivri tepelerle sarılı, dik surlar gibi. Akşam vakti şehir merkezine varıyoruz nihayetinde. Issız yolların ardından, küçük ama küçüklüğüne kıyasla hayli hareketli bir şehirle karşılaşıyoruz.

Munzur’un sesi Dersim’in şarkısı

Dersim, 30 bin nüfusuyla Anadolu’nun küçük il merkezlerinden biri. Cumhuriyet öncesi bölgenin önemli kentleri Hozat, Pertek gibi kasabalar iken Cumhuriyetle birlikte ilin merkezi bugünkü yerde olan Kalan köyü yapılmış ve zamanla ilin en hareketli noktasına dönüşmüş. Munzur ve Pülümür çaylarının birleştiği yerde kurulu şehir, Doğu Anadolu’nun yüksek dağlarının arasında sıkışmış kasvetli bir şehir gibi durmuyor bu konumundan dolayı. Samimi bir yer. Böyle kasabaların insanları da samimi ve net olur malum. Kahvede kamp yapabileceğimiz yer konusunda konuşurken, dükkanını bize gecelik emanet edebileceğini söyleyen kahvenin sahibi güzel ve samimi bir karşılama yapmış oluyor daha ilk dakikalarda…

hdr

Gece yarısına doğru, Munzur’u gören, sesini duyan küçük bir çay bahçesine geçip, birkaç bardak çayla günü bitiriyoruz. Munzur’un şırıl şırıl akışı şehrin tüm sesinin önüne geçiyor. Gecenin karanlığında şarkı söylüyor gibi. Politikadan sanata, kitaptan, seyahate kadar çeşitli mevzular hakim etraftaki masalara, sesler birbirine karışıyor. Dersim, yaşadıklarıyla politik düşünmeyi hayatının parçası haline getirmiş bir şehir gibi. Bu kimlik edebiyata, müziğe ilgiyi de beraberinde getirmiş olmalı. Şehir bu fikri hareketliliğini gösteriyor ilk izlenim olarak gezgine. Puslu dağların ardında bir muhabbet bağına düşmüş meğer yolumuz.

Yaşamın kıymetini bilen şehir

İnsanoğlu hiziplere ayrılmayı sever ve hızla başarır. Tarih bunu farklı coğrafyalarda farklı şekillerde defalarca göstermiştir. Ama her defasında yeni isimlerle yeni ayrımların önü de alınamaz. Ve kendisi gibi olana, benzer düşünene güven bazen hayli abartılır, iyi olan herkesin sadece kendisi gibi düşünenlerden olduğuna inanır insan. Buna bir örnek sohbet sırasında Dersimli bir esnaftan geldi. Şehre gelen Ermeni gençlerle sohbeti sırasında benzer düşüncelerden dolayı gençlerin onu da kendi tabirleriyle ‘bizden’ görmesine biraz üzüldüğünden bahsetti ve anlatmaya koyuldu: Size hak vermek için sizden olmam gerekmiyor. Başka milletlerden, dinlerden yahut görüşlerden olup da haksızlığa karşı olabilmeyi başarmalı insan. Sizden, bizden diyerek ayrılmadan. Herhangi bir yerden olmak değil önemli olan, haksızlığı görebilmek asıl önemlisi.

hdr
Pülümür

Dersim’den ayrılıp Pertek Kalesi üzerinden yola devam ediyorum. Keban Barajı’nın ortasında kalmış kale, Neruda’nın bahsettiği hisarlardan biriymişçesine yer ediniyor zihnimde. Metafor yerini gerçeğe bırakıyor. Dersim topraklarına veda ederken Hatayi’nin Muhabbet Bağında şiirini hatırlıyorum bu kez. Şah İsmail’in Hatayi mahlasıyla şairliği vardır malum. Muhabbet Bağında şiiri ise belki de Anadolu’da en bilinen şiirlerindendir. Dersim vücut bulmuş da sanki onun kaleminden çıkmış gibidir sözleri: Benim yaralarım tuzum tuzum der, bir derdim var bin dermana değişmem.

Dersim yaşayan bir şehir. Çünkü yaşamın kıymetini bilen bir şehir.

Bu yazı ilk Gazete Duvar‘da yayınlanmıştır.

Günaha son çağrı

Nikos Kazancakis’in -ki ona yoldaş demek istiyor olsam da yol gösterici demeyi daha saygın, kıymetli buluyorum- ‘Günaha son çağrı’ kitabından uyarlama Martin Scorsese filmini izledim. Filmin genel tanıtımını yapmak yahut felsefesini tartışmak yerine, nazarımda dikkatimi çeken birkaç noktasına değineceğim kısaca. Özetle nesnel değil öznel bir yazı olacak.

İsa’nın Yahuda’yla ‘ruh mu yoksa beden mi özgür olmalı’ üzerine bir tartışması var. Şöyle,

Yahuda: İsrail’in özgürlüğünü mü istiyorsun?

İsa: Hayır. Ruhlar için özgürlük istiyorum.

Yahuda: İlk önce bedeni özgür kıl, sonra ruhu. Bir evi inşa ederken damdan değil, temelden başlarsın.

İsa: Her şeyin temeli ruhtur.

Yahuda: Temel bedendir. İşte oradan başlamalısın.

İsa: Hayır! İlk önce ruhu değiştirmezsen, Romalıların yerini başkası alır ve hiçbir şey değişmez. Galip gelsen bile zehir içeride kalacak. Kötülüğün zincirlerini kılmamız gerek.

İsa, burada, ıstırabı hak etmenin savaşını veriyor gibi -İsa kelimesiyle insanoğlunu kastediyorum-. Temeli beden görüp, hayatı bedenin hazları ve keyfiyeti üzerine bina ettiğimizi varsayarsak, ruhun özgürleşmesi pek kolay olmayacaktır. Zira, ruhu özgür kılacak şey ıstıraptır, yolculuktur, soyutlanma çabasıdır nihayetinde. Keyfiyet içerisinde ıstırap pek mümkün olamaz. Ruhu özgürleştirmek yerine ruhu sakinleştirmekse amacımız, keyfiyetle bu sağlanabilir elbette. Yahut bu diyalogu başka türlü de okuyabilirim. Geleneksel halk bakışıyla: evlen, çoluk çocuğa karış, hayata dahil ol. Zira bunları hallettikten sonra maişet kaygısına dalacak, bir döngüye düşeceksin çoğunlukla. Ve ıstırap gibi bir kaygı olmayacak, kısıtlılığını fark etmeyerek özgür hissedeceksin. Ve ıstırapların genelde somut arayışlara çare bulmaktan ibaret olacak. Haliyle ‘kendi dünyasını çare olamayan kişi dünyayı nasıl değiştirecek’ sorusuna maruz kalınacak. Bu arada bu bakış açısı filmde de karşımıza çıkıyor.

– Filmdeki şu müziği de muhakkak dinlemelisiniz. Peter Gabriel’e ait bu müziği Ermeni ezgisi olarak biliyordum daha önceden. – 

Bu tartışmayı bir kenara bırakalım. Hiç düşündünüz mü, sizin Tanrınız nerede? Nerede arıyorsunuz onu, nerede yakarıyorsunuz ona? Çölde mi, sahilde mi, bozkırda mı? Burada somut bir soru sormuyorum elbette. Arayışın tasviridir bahsettiğim. Filmde Yahudilerin Tanrısı çöldedir diyor mesela. Ki bence Müslümanların Tanrısı da çöldedir. Tanrılar, inananlarının doğduğu yerdedir. Doğduğu coğrafyada. Doğduğu coğrafyanın imanla isyanı birleştiren mekanlarında. Huzuru ve huzursuzluğu birleştiren noktalarında. Bozkırlar mesela, imanı çağrıştıran uçsuz bucaksız sarı diyar. Ama üzerinde, görünürde birbirinden bağımsız heybetli isyanları var dizili, dağları. Ya da deniz. Şehirden* bir kilometre kadar denize sokulan bir mendirek var, ucunda da bir fener. Üzerinden, sert poyrazca kışkırtılan hırçın dalgaların atladığı mendireği geçerek ulaştığım o yalnız fener, benim huzurla huzursuzluğu birleştirdiğim noktadır. Belki de manastırımdır. 

Filmde -ki kitapta da- geçen bir-iki noktayı da direkt yazayım;

Yahya: Tanrı’nın silahı sadece sevgi mi? O zaman Lut Gölü’ne git ve bak, ne olmuş orada. İşte Tanrı’nın silahı!

İsa’nın özbenliği İsa’yla konuşuyor: ‘Tanrım, beni Tanrı yap!’ diyordun, ‘Tanrı’ diyordun ama iktidar istiyordun!

*Bandırma

Aykırı tepelerden Sivrihisar seyri

Nikos Kazancakis, El Greko’ya Mektuplar’ında yer alan bi’ pasajda “Yunanistan’ı dolaşıp seyretmesi büyük zevktir. Zevk ve acı!” der. Hissiyatındaki derinliği böyle bir sadelikle açık etmek yüce bir edebiliği gerektiriyor olmalı. Bense Kazancakis’in affına sığınarak Anadolu coğrafyası da benim için öyledir diyebiliyorum ancak; Anadolu’yu dolaşıp seyretmesi büyük bir keyiftir. Keyif ve acı!

Sivrihisar, belki de bu tuhaflığı en iyi örnekleştiren coğrafyalardan biri Anadolu’da. Dinginliği hatta teslimiyeti çağrıştıran sarı bozkırda aniden yükselen, tabiri uygunsa yeryüzünden fırlayan tepelerin eteğinde kurulu bir kasaba. Hilal gibi sıralanmış bu kayalar, huzursuzluğu yahut bir şeylere isyanı anlatıyor gibi, ulu bozkırda aykırı dikilerek… Bağrındaki kasaba ise asırlardır güvende, huzurlu duruyor; sırtını yasladığı bu tepeler tüm acısını çekmiş, sakinleştirmiş onu. Kim bilir ne acılar biriktirdi o tepeler, ne hikayeler attı içine, sakladı sır gibi asırlardır.

Anadolu’nun pek bilinmeyenlerinden Sivrihisar. Oysa, Yunus Emre’yi ve Nasreddin Hoca’yı hepimiz biliriz. Onların ve daha nice alimin doğduğu, yaşadığı yahut yolunun düştüğü bir yer Sivrihisar. Bugün, Ankara’ya 1,5 saat mesafede olmasına karşın pek hatırlanmayan kasaba, Anadolu’nun kültürel serüveninde önemli bir yer edinmişti bir zamanlar. Sokaklarını keyifle adımlarken buna bizzat şahit oluyor gezgin.

hdr
Sivrihisar

Bir şehri, kasabayı tanımak istiyorsam önce oraya yüksekçe bir yerden bakmayı yeğliyorum. Bu yüzden ilk adımlarım yüksekçe bir seyir terasına, kayalığa yahut varsa kale ya da kule gibi tarihi yapılarına oluyor. Sivrihisar’da da gözüm sivri tepelere yöneldi ilk, tırmanabilecek uygun bir yer var mı diye aramaya koyuldum. O sırada çan sesi yankılandı hilal gibi sıralı kayaların bağrında, kasabada. Kilise mi yoksa saat kulesi mi derken, tepelerin eteğinde, evlerden yüksekçe bir kayalıkta dikili saat kulesini fark ettim. Çan sesi oradan geliyordu. Yarım saatte bir vakti haber veriyordu kasabaya. Hemen kulenin olduğu kayalığa doğru çıkmaya başladım. Saat kulesinin çok değil, bir asırdan biraz fazla yaşı var. Kasabanın yenilerinden sayılır. Lâkin üzerinde halen Arapça rakamlar duruyor, bir şeylerin değiştiğini gösterircesine.

Ahşap sütunların başları Pessinus’tan

Bozkırın ortasından yükselen sivri tepelerin bağrındaki Sivrihisar’ı seyrediyorum. Kırmızı kiremit çatılı evlerin altında ahşap ve taştan haneleri görüyorum. Ulu Cami’yi fark ediyorum sonra, aşağıda, Saat Kulesi’ne yakınca bir yerde. Anadolu’nun ilk Ulu camilerinden birisi. Ahşap camiler arasında da büyüklerden sayılıyormuş; bugün hala iç sütunları ve çatısı ağaç gövdelerinden müteşekkil. Cami içerisinde, ağaç sütunların sütun başları ise Roma zamanından hatıra, yakınlardaki Pessinus’tan getirilmiş vaktinde. Caminin hemen yanında Alemşah Kümbeti ilişiyor gözüme. Koniye benzer çatısıyla meşhur tartışmayı aklıma getiriyor; klasik Ermeni kiliselerinin Selçuklu mimarisine etkisi var mıdır?  

Ermenilerden geriye kalan…

hdr
Surp Yerotutyun

Sivrihisar’da büyük bir Ermeni Kilisesi var, Surp Yerotutyun. Sivri tepelerden birinin eteğine kurulmuş mabedin, alansal olarak Anadolu’nun en büyük kiliselerinden biri olduğu söyleniyor. Vaktinde Ermeni mahallesinin ortasında yer aldığı rivayet olunsa da bugün şehrin bittiği nokta burası. Yanındaki küçük düzlüğün ardından o sivri, aykırı tepelerden biri yükseliyor. İçerisine acıları biriktiren, sakladığı sırlarla göğe doğru başkaldıran tepelerden biri. Vaktiyle, Anadolu’nun büyük kiliselerinden birini inşa edecek yoğunlukta Ermeni nüfusu varmış Sivrihisar’ın. Onlardan geriye, heybetli ama kendi halinde kiliseleri kalmış hatıra.

Anadolu’nun heykelleri

Kilisenin yanından tepeye doğru heykellerden oluşan bir açıkhava müzesi uzandığını görüyorum. Sivrihisarlı heykeltraş Metin Yurdanur tarafından yapılan ve kilisenin bahçesinden tepeye doğru serpiştirilen çok sayıda eser Sivrihisar’a ayrı bir atmosfer sağlıyor. Açıkhava müzesinde Yunus Emre’den Nasreddin Hoca’ya, Yaşar Kemal’den Atatürk’e, madencilerden öğretmenlere kadar çok sayıda heykel yer alıyor.

Saat Kulesi’nde bir hayli vakit geçirmiştim artık. Kasabanın asırlarında dolaşmıştım yorulmadan. Biraz da sokaklarında dolaşmalı, günceline dahil olmalı diyerek kuleden ayrılarak kasabaya karışıyorum. Eskişehir caddesinden etrafındaki sokaklara taşan pazarına düşüyorum Sivrihisar’ın. Çevre beldelerden insanlar, aykırı tepelerin koynuna sığınmış geçim derdiyle. Sonra, ahşaptan, taştan haneleri geçiyorum, kimi restore edilmiş, kimi kendi yıkılmaya terk edilmiş biçare. Kasabanın neredeyse her sokağında bir mescide, bir çeşmeye denk geliyorum dolaştıkça. Kaç asırlık hikayeler var kim bilir diye düşünüyorum bu sokaklarda…

Bu yazı ilk olarak Gazete Duvar‘da yayınlanmıştır. 

Fotoğraflar: ©Fatih

hdr

Bu şehir arkandan gelecek

Lampedusalı İtalyan çocuk önce kurumuş ağacın dallarını gözüyle bir süzdü. Sonra hallice olanından sapanlık bir kısmı kopardı, elindeki çakısıyla üstünkörü yontarak kuş avlamalık biçime soktu onu. Bozuk gözünü denemek için az ilerideki plastik bardağı nişan aldı önce sapanıyla. Vurdu. Kuş vurmaya hazırdı artık. Makilerin arasından düşe kalka eve koştu sonra, sofraya oturdu. Babaannesinin pişirdiği spagettiyi hüp diye çekti içine.

Akdeniz’in ortasındaki bu küçük ada, İtalyan çocuğun tüm dünyasıydı, kocamandı o yüzden. Hayatı, hayalleri hep oradaydı. Başkası yoktu. Arada bavulunu toplayıp gitmek gibi bir düşüncesi olmuyordu, çünkü böyle bir şeyden haberi yoktu henüz. Bahçeye çıkar, hayali dünyasında oyalanırdı sıkıldığında. Nihayetinde, çocukken o muhitten başkası yoktur… Aslında sadece çocuklukla ilgisi de yok bunun. Büyüdükçe harita aydınlanır, yeni şehirler duyulur, evet. Ama insanoğlunun çoğu için doğduğu kasabasıdır dünyası hâlâ. Başka yer düşlememiştir yaşamak için. İtalyan çocuk gibi, tüm âlemi o küçük muhitidir çoğu zaman. Alternatifi olmayan bir alan ferahtır, alternatifi olmayan hayat da refah sayılır ne de olsa.

İşte bu yüzden, duymamalı yeni şehirler, keşfetmemeli yeni ülkeler. Haritadaki sis bulutunu kaldırmamalı. Kaçabileceğimiz yerler eklenmemeli listeye daha fazla. Lampedusa’dan başka bir yer bilmemeli, denizin öte yakası hep öte bir dünya olarak kalmalı. Hâlihazırda bildiğinin kıymeti olur o zaman. Tüketmemeli ne şehri, ne de etraftaki insanı. Çocukluktaki komşuanne hep aynı kalmalı, kapının önündeki kum tanelerini aşındırarak yol almaya çalışan karıncalar hep orada olmalı mesela… Gözün görebildiği o kısıtlı alanı kocaman, uçsuz bucaksız yapmalı. Başka alan düşlememeli, gidilecek başka bir diyar yok bilmeli.

Ruhu rahatlatmak için binlerce mil katetmeye gerek yok diyorum aslında. Huzur, bavulu toplayıp uzaklaşmakta değil. O sadece bir anlık rahatlama olur. Kavafis’in dediği gibi, bu şehir arkandan gelecek… Belki de bahçedeki zeytin ağacına bakıp serbest bırakmalı zihni, kurgulamamalı bir şeyi. Muğla’yı ya da Mora’yı düşlememeli mekan olarak, tam da evin bahçesindeki iskemlede olduğunu kavramalı. Zeytin ağacı Ege kıyısında değil, evinin bahçesinde; o bahçeden başkası yok! Alternatifini koymadığın mekan kıymetlidir artık…

Belki uzaklara giderek keşfedeceğin şeylerden çok daha fazlasını fark edeceksin o kaldığın yerde. Ama gitmenin büyüsü var işte, gittikçe gitmek ister insan; sonra da yakınlaşmak istediği her şeyden uzaklaşmak ister. Gitmenin büyüsü mekanın büyüsünü yok eder böylece. Kavafis’in dediği gibi;

“Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın.

Bu şehir arkandan gelecektir.

Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın, aynı mahallede kocayacaksın;

Aynı evlerde kır düşecek saçlarına.

Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.

Başka bir şey umma.

Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,

Öyle tükettin demektir bütün yeryüzünü de.”

Babaannesinin spagettisini yedikten sonra rıhtıma koştu İtalyan çocuk, koluyla silah yapıp savaşmaya başladı denizden gelen tanımadığı düşmanıyla. Büyüyor, büyüdükçe Lampedusa’nın dışındaki dünyayı öğreniyor işte. Ve şimdilik bilmediği bu dünyaya karşı mekânını koruyor, ona rıhtımdan kafa tutuyor.

*Yazının esin kaynağı, Gianfranco Rosi’nin Lampedusa’ya ulaşan mültecileri anlattığı Fuoccoammare belgeseli. Pretoria, 2016

Doğu yolculuğundan kısa notlar

Tatvan treni: Bu yolculuğun ilk hayalini kurduğumda liseye yeni başlıyordum. Geçen bu yıllarda, o zamanlar haberimin olmadığı çok coğrafyalar tanıdım, öğrendim ama Tatvan treniyle bu yolculuk bugüneymiş.

Yerköy dolayları: Yol güzel, müzikle daha iyi olabilirdi ama bu kez sadece yolu izlemekle yetindim. Siz de yetinebilirsiniz bazen.

Şarkışla: Hangi filmden ya da nereden aklımda yer edindi hatırlamıyorum ama Anadolu’da istasyon deyince zihnimde Şarkışla istasyonu belirirdi hayal-meyal. Grup Yorum, Şarkışla

Palu dolayları: ♫ Mohsen Namjoo, Shekveh

Solhan dolayları: ‘Yunanistan’ı dolaşıp, seyretmesi büyük zevktir. Zevk ve acı!’ der Nikos Kazancakis. Anadolu da benim için öyle.

Tatvan dolayları: ‘Direnci azalmış yüreğe, dünyanın müziği daha kolay girer.’ der Camus yolculuktan bahsettiği bir pasajda.

Ahlat: Selçuklu mezarları, şahideler. Siz bu fotoğrafa bakarken ben Van denizine ayaklarımı sokmuş, yıldızları izliyor olacağım.

Ahlat: Sadece Selçuklu eserlerinden oluşan bir yer değil Ahlat, Osmanlılardan, Urartulardan eserlerle hatta mağara yerleşimleriyle zengin bir coğrafya.

Ahlat: ‘Terliklerimle gelsem sana’ der gibi samimi ve sade bir şehir. ♫

Doğubeyazıt: ‘Bir şarkıyı yol arkadaşı yapıyor ve gidiyorum.’ Haris Alexiou, Fevgo ♫

Doğubeyazıt: Biraz fantastik, biraz mistik. Ve koca bir ülkenin son noktasında, görkmeli bi dağın eteğinde bu memleket. İnzivaya çekilmiş biri gibi değil ama, tek başına varolma mücadelesini vermiş biri gibi.  ♫ Roya, Yaran Westeyim

Ağrı yahut Ararat Dağı: Ece Temelkuran’ın Ağrı’nın Derinliği isimli kitabı vardır. O derinliği tanıyanlar için kıymetli bi ismi olmalı bu kitabın.

Kars şöleni: Burası Rus mimarisinde hatta Baktık mimarisinde binalarıyla bilinir. Bazılarını paylaşıyorum. Şölen deme sebebim ise fotoğrafların güzelliğinden değil, şehrin estetiğinen dolayı. Kars için bakın.

Kars: Fethiye Cam, eski namıyla Büyük Katedral. Eskiden Rus tipi kubbeleri varmış.  ♫ Lena Chamamyan, Sareri hovin mernem

Kars:  ♫ Collectif Medz Bazaar, Al Aylough

Sarıkamış: Namazı bekleyen Sarıkamışlı amcanın anlatımıyla: Bu mabedi Ruslar yapmış, Ermenilerin kilisesiymiş. Benim çocukluğumda sinema olarak kullanılıyordu, ortaokuldayken ben sinemaya gelirdim buraya. Sonra yaktılar burayı. En sonunda da restore edilerek camiye dönüştürüldü, bayağı oluyor ama.

Sarıkamış:  ♫ Medz Bazaar, Kanadım değdi sevdaya

Karakurt:  ♫ Sezen Aksu, Ben sende tutuklu kaldım

Erzurum: Çifte Minareli Medrese. Minareler usta-öğrenci ürünü. Hatta daha naif olanının öğrenci yapımı olduğu söylenir.

Pülümür sapağı: Seyahatin 9.durağına, Dersim’e başlangıç.

Dersim: Sarp dağlar, berrak sularla sarılı şehir.  ♫ Fazıl Say, İnsan insan

Dersim: ‘Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, yetmişinde bile, mesela zeytin dikeceksin, hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil, ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için, yaşamak yanı ağır bastığından.’ Nazım Hikmet.

Pertek: ‘Bir şövalyeleydim kalesiz; uygunsuz bir yolcu; giysisiz, parasız biri; saf, gezgin bir budala.’ Pablo Neruda.

Harput:  ♫ Şevval Sam Muhabbet bağında

Harput: Elazığ ahalisinden kimseler toplanmış, sokakta Türk Sanat Müziği eserlerinden okuyorlar.  ♫ Kimseye etmem şikayet

Malatya: Eski Malatya, şimdiki adıyla Battalgazi. Bugünkü Malatya, eski konumundan biraz daha güneyde gelişince, şehrin Ulu Cami gibi tarihi yapılarının bulunduğu yer küçük bir kasabaya dönüşmüş zamanla.

Bahsi geçen şarkıların listesi, YouTube’da. 

Özeleştiri: Kısa notlar, yolculuk sırasındaki Instagram paylaşımlarımın tek sayfada toplanmış hali aslında.

Kapak fotoğrafı Kars’tan…

 

Yolculuk

Kolay olmamalı yolculuklar; yıpratmalı seni. Güneş-görmez Dersim vadilerinden geçen o yollar boğmalı ruhunu, rüzgarın sürtmesiyle hışırdayan Sivrihisar bozkırı titretmeli yüreğini. ‘Neredesin, nereye gidiyorsun, neden?’ diye sormalı. Peşpeşe duyamadığın çığlıklar atarak Ararat’a doğru, çullanmalı. Basit değildir yolculuk. Bir nedeni olmalı bi’ kere. Kağıda kalemle yazamasan da, zihninde şeklini veremesen bile; soyut hatta tanımlayamadığın bir amacı olmalı. Bazen bir haykırıştır yolculuk, bazen de kaçış.

Bundandır, defalarca yaptığım yolculukların her birinin bir nedeni, bir de nihayeti olmuştur hissi dünyamda. Daha sonra uzaklaşsam da bazılarından, kıymetlidir o yolculukların düşünceleri, düşlettikleri. Hele sessiz yolculuklar, en derunisidir. Kaçışla, kendini keşfediş çabası arasındaki dar kısımdır onlar. Bazen sorular yanlış olur, kendinden farklı bir şey bulursun. Ve bundandır yolculuk için seçilen coğrafyalar da özeldir, önemlidir. Salt turistik gezi değildir o şehir, tarih-kültür değildir, biraz sensindir belki de çoğu sensindir. Kimi yerler vardır, defalarca oraya gitmek istersin. Yeni yerler görmeyi seviyorum desen de, aynı yerdir sana en güvenli sığınak. Şanghay, Johannesburg iyidir ama Trilye’dir sana mekan. Niye peki? Ne bulursun kendinden orada yahut en iyi neyi saklarsın kendinden?

Bazı şehirlere manalar yükler insan, yüklemeli de. Bursa mesela. Yola çıkmanın adıydı çocukluğumda. Uzun yolculuk demekti, büyük dünya demekti orası. İlk yolculuk hayallerim, ilk yol manzaralarım orayaydı. Camdan bir noktaya bakıp dururken akan kilometreler hep Bursa’yaydı. Bursa’yı sevmişimdir; somut eserlerinden, görsellerinden değil, çocukluğumdan sevmişimdir.

Tek başıma ilk uzun yolculuğumu Kuzey Mezopotamya’ya yapmıştım; Antakya’dan Mardin’e. Hatırlıyorum, o coğrafyaya otobüs yolculuğunun Bolvadin kısımlarında, Candan Erçetin şarkıları dinleyerek kurguluyordum geleceğimi. Hayata başlangıç yolculuğu gibiydi. En azından yolculuk fikrini hayatıma mıhlamışım o sıralarda. Yol tükenmedi henüz.

Son yolculuğum ise Doğu’ya oldu. Doğumun coğrafyasına. Zıttıyla birdi ama, yok-oluş vardı her anında. Doğu coğrafyası, artık orada olmayan bir halkın coğrafyasıydı benim nazarımda. Ve olmayan şehirlerin. Anılarıyla var-olan bir coğrafyaydı da diyebilirim. Doğu’ya yaptığım yolculuğun temellerini yok-oluş üzerine atıyordum fark etmeden. Yok-oluştan geriye kalan kırıntılarla avunuyordum, sanki güneş o kısa anlarda doğuyordu üzerime. O kısa anlarda var-olmak içinse, o uzun yok-oluş hikayesini göze alıyordum. Muş’ta harap halde kalan Meryemana Kilisesi’ydi kısa süreli nefes aldıran; koca bir ülkenin sonunu gösteren Beyazıt’tı* bana pes etmeyip dik durmayı anlatan, hatta aykırılığı gösteren. Belki de kısa, keyifli bir aldanıştan ibaretti bu.

Not: Doğu yolculuğundan fotoğraf ve notları da yakında paylaşacağım.

*Beyazıt: Doğubeyazıt şehri

Fotoğraf Doğubeyazıt’tan…

Osmanlı’da şehir nüfusları – 1890

20.yüzyılın ilk çeyreği savaşlara, milliyetçilik akımlarının da etkisiyle göçlere ve katliamlara sahne oldu. Ve milyonlarca insan yerinden oldu bu yıllarda, kendi ailem de dahil. Şehirlerin, coğrafyaların nüfuslarıyla birlikte kimlikleri de değişti haliyle. Ama burada değişen kimlikler yahut yaşanan acıları yazmak yerine, şehirlerin o savaş öncesi durumunu, göç ve kıyımlardan önceki nüfuslarını göstereceğim.

istt

Uzun süre, farklı meşgalelerimin yanında yakın coğrafyanın etnik ve dini dağılımını incelemiş, araştırmaya çalışmıştım. Öncelikle Anadolu ve Balkan coğrafyası, beraberinde biraz da Kafkasya olmuştu ilgilendiğim coğrafya. Bu bölgelerdeki şehirlerin, sadece şehir merkezleri nüfuslarını derleyerek bir haritada topladım. Çeşitli kaynaklardan bulduğum bu şehir merkezleri nüfusları 1890-1897 yılları arasına ait.

Şehirlerin nüfuslarını o yıllarda yayımlanan ve kimisi Balkan devletlerini, kimisi Osmanlı’yı ele alan çeşitli ansiklopedi yahut araştırma-gazetelerden toparladım. Osmanlı sınırlarında yer alan şehirler için Fransız araştırmacı-seyyah Vital Cuinet’in eseri iyi bir kaynak oldu, onun yanında bazı şehirler için salnamelere ve Şemsettin Sami’nin tahminlerine göz gezdirdim. Bu noktada belirtmeliyim, özellikle Osmanlı şehirlerinin merkez nüfusları net ve resmi sonuçlar değil yakın tahminler üzerine kurulu birçok kaynakta… 19.yüzyıl sonlarında Rusya’ya bağlı olan bugünkü Ermenistan, Gürcistan, Azerbaycan devletleri ve Kars bölgesi için ise 1897 yılına ait resmi nüfus sayımı verilerini kullandım.

ssss